Son yıllarda her alanda karşımıza çıkan “inovasyon”, iş dünyasının gündemine tamamıyla yerleşmiş durumda. İnovasyon hakkında, uluslararası toplantılar yapılıyor, üzerine kitaplar yazılıyor, gazete ve dergilerde çeşitli haberler çıkıyor. Peki ya Türkler inovasyonu nasıl keşfetti? İşte detaylar..
Toplumsal, kültürel ve idari ortamlarda yeni yöntemlerin kullanılmaya başlanması… Ya da farklı iyi bir fikri, paraya dönüştürme sanatı…Bunlar son yılların en gözde kavramlarından ‘’inovasyon’’un en somut tanımları… Küçücük bir sermaye ile yola çıkıp milyar dolarlık dev bir şirket ve marka haline gelen Google, Youtube, Facebook, Gates’in Microsoft’u ya da General Motors ya da… Gazete sayfalarına taşınan daha yüzlercesi. Örnekler çoğaltılabilir. Peki ya bizden örnekler?.. Türkiye’den?..
Hatta biraz daha geriye gidelim; Osmanlı’dan?.. İşte bu sorunun yanıtını yayınlanan bir kitap, gazeteci yazar Şafak Altun’un "İnovasyonla Başarıyı Yakalayan Türkler" adlı son kitabı veriyor.
Malum, insanlık tarihi içinde büyük buluşların altında imzamız olduğu pek söylenemez ; teknolojik yeniliklerde de öyle adımız geçmez. "Ama" diyor Altun ve ekliyor: "Yenilikçi ve kar getirici fikirleri düşündüğümüzde, her millette olduğu kadar Türkler de ticari hayatta yenilikçi fikirlerle içli dışlı. Her ne kadar Türklerin kendi keşifleri olmasa da, icadının üzerinden çok geçmeden kullanılmaya başlanan uçak, telgraf, tramvay, radyo ve son olarak cep telefonu, Türklerin yenilikçi fikirlere çok çabuk adapte olduğunun ve inovasyonun genlerine yerleştiğinin canlı kanıtıdır."
Eski Köye Yeni Adet Getirenler
Altun, Türkiye’nin geri kalmışlığının nedenini ise yenilikçi fikirlere karşı oluşta değil de, yaratılmayan üretim ilişkilerinde aramanın daha doğru olduğunu savunuyor. Ona göre, toplumda sermaye birikiminin yetersizliğinin ötesinde, şirketleşme olgusuna karşıolan yabancılık, bilgi ve tecrübe eksikliği, ekonomik gelişmenin önündeki en büyük engeller. Altun, üstüne basa basa söylüyor: ‘’İnovasyonda yeni bir şey icat etmiyorsunuz.İnsanların neye ihtiyacı olacağını daha önceden fark ediyor ve adımlarınızı ona göre atıyorsunuz. İhtiyacınız olan tek şey hayal gücü. Türk ekonomi tarihinde de ciddi inovasyon örnekleri var. Dünyanın ilk Arabalı Vapur fikri Türklere aittir. Aynı yıllarda Kurukahveci Mehmet Efendi, Osmanlı’nın inovasyonu kavrayan kişilerinden biri olmuştur. Çünkü kurukahveyi öğüterek satmayı akıl etmiştir. Onu Satılmış Şahin Usta takip etmiştir. Kamyonları özenle otobüsleştirmeye başladığı yıllarda, Verdi Kardeşler montajda olsa Türkiye otomotiv sanayinin temelini atmışlardır.’ ’
Tarihin puslu sayfalarına şöyle baktığımızda örnekler bir bir sıralanıyor. Kimi zaman yüzünüzü küçük bir tebessüm alıyor, zamansa ‘’Evet, hatırlıyorum, bizim evde de gır gır süpürgesi vardı.’’ diyorsunuz.
Kahve Yemen’den Gelir Kurukahveci’de Öğütülür
Şöyle geçmişe küçük bir yolculuk yapalım mı? Mesela 1871’e… Neden 1871? Çünkü bu tarihe kadar tüm dünyada olduğu gibi İstanbul’da da kahve çiğ çekirdek olarak satılıyor ve evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra el değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. Bu durum, Hasan Efendi’nin işlettiği baharat ve çiğ kahve satan dükkanını oğlu Mehmet Efendi’ye devredene kadar sürdü. Yani 1871’e kadar… Bu tarihte Mehmet Efendi çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek satmayı akıl etti. Böylelikle Mehmet Efendi, Osmanlı ekonomisinin ilk farklılık yaratan kişilerinden biri oldu. Bu yenilik ve müşterilerine sağladığı kolaylık sayesinde Mehmet Efendi kısa sürede İstanbul’un en tanınan simalarından biri oldu ve ‘’Kurukahveci Mehmet Efendi’’ olarak anılmaya başlandı. Zaten aile, 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu’yla da kurukahveci soyadını aldı. Mehmet Efendi, 1931 yılında hayata gözlerini yummuştu. Ancak oğulları baba mesleklerini sürdürdüler ve yeni bir açılım yaparak kuru kahveyi yurt dışına pazarladılar. Hayal gücü, küçük bir ayrıntı ve kahvede yapılan bir devrim! İşte inovasyon… Markalar 2006 Araştırması’nın sonuçlarına sonuçlarına göre ise Türk kahvesi dendiğinde ilk akla gelen marka hala “Kurukahveci Mehmet Efendi”…
İngilizler'in Kafası Karıştı Ama Arabalı Vapuru İcat Ettik
Osmanlı Devleti’nde, Şirket-i Hayriye kurulduktan sonra İstanbul Boğazı’ndaki iki yaka arasındaki yük ve eşya taşımaya başlamıştı. Ancak bu vapurlarla araba ve hayvanları taşımak zordu. İki yaka arasında eşya taşıma işi yapacak özel bir gemiye ihtiyaç vardı. İşte tam bu noktada devreye Avrupa’dan yeni dönen ve yenilikçi fikirleriyle adından söz ettiren Hüseyin Haki Efendi girdi. 1867 yılında Şirket-i Hayriye’nin başına geçen Hüseyin Haki Efendi birçok yeniliğe imzasını atmıştı. Muhasebe kayıtlarında çift defter tutma kayıtlarını getirerek suistimalleri önlemiş, vapurlarda yolcu şikayet defteri bulundurmayı akıl etmiş, iskelelerdeki bekleme salonlarına vapur hareket çizelgesiyle ve duvar saati yerleştirmiş, hatta her vapurda sekiz cankurtaran simidi bulundurulmasını sağlamıştı.
Nereden bakılırsa bakılsın Hüseyin Haki Efendi yenilikçi özellikleriyle dikkat çekiyordu. Tecrübesini, hayal gücü ve zekasıyla birleştirmişti.Hem yolcu, hem de araba taşıyacak bir vapur yapılması için İngiltere’ye sipariş bile vermişti. Ancak İngilizler böylesine bir vapurun örneği olmadığı için bocalamışlardı. İş başa düştü ve Hüseyin Haki Bey, şirketin Hasköy Fabrikası Sermimarı Mehmet Usta’yla birlikte kafa kafaya vererek üç aylık bir çalışma sonrası eşi benzeri olmayan bir gemi tasarladı. Ortaya çıkan proje bugünkü araba vapurlarının atası sayılan bir tekneydi. İki başında kapakları bulunan teknenin güvertesi düzdü ve her iki tarafa gidebilecek şekilde dizayn edilmişti. İki yanındaki çarklarla hareket eden geminin önü ve arkası belli olmadığı için hangi yöne gidiyorsa önü orasıydı. Denizcilik tarihinde milat olan bu yenilikçi fikir gemi taşımacılığında bir çığır açtı. Mehmet Usta, elindeki evraklarla Londra’ya doğru bir yolculuğa çıktı. Yanında evraklar ve çizimler vardı. Çünkü o tarihlerde “Güneş’in Batmadığı İmparatorluk”ta, karşıdan karşıya deniz ulaşımı halat yada zincirlerle çekilen sallarla yapılıyordu. İstanbul’da ise arabalı vapurda yolcular bir kıtadan ötekine yolculuğa çıkıyordu artık..
Dolmuş Dolmuş Mu?
İşte bize ait bir inovasyon daha… Özellikle İstanbul’un simgesi olan dolmuşlar nasıl trafikte boy göstermişti? Tarih sayfalarını karıştırdığımızda dolmuş fikrinin 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın bir sonucu olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Şöyle ki … 1929 ekonomik krizi patladığında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kepenkler bir bir kapanıyor, bütün esnaf gibi taksicilerde kara kara düşünüyordu. Cağaloğlu’nda lokanta işleten Aşçı Halit ise turistlerle ahbaplık kurdukça taksiciliğe de başlamıştı bu sıralarda. Fakat kriz döneminde kontak açmadan evinin yolunu tutuyordu.
Daimi müşterisi Musevi bir işadamı işlerin bozulduğunu ve artık taksiye binemeyeceğini söyleyince Aşçı Halit, aynı yöne giden dört müşteriye saatin yazdığı ücreti paylaştırmayı önerdi.Bu önerinin kabul edilmesiyle Nişantaşı – Eminönü dolmuş seferleri de başlamış oldu. Üstelik Aşçı Halit günlük servisini yaptıktan sonra boş yatmak yerine, Karaköy İskelesi’nin önüne gelip “5 kuruşa Taksim” diye bağırarak müşteri avına çıkıyordu. Aşçı Halit, Türkiye’de dolmuşçuluğun resmi başlangıcına imza atmıştı. Onu diğer şoförler ve hatlar arasında gidip gelen yüzlerce dolmuş izledi. Basit ama yenilikçi ve parlak bir fikir… Dolmuş doğdu, dolmuşlar doldu…
“Gır Gır Giren Eve Dır Dır Girmez”
İşte Türkiye’nin efsane ürünlerinden biri daha: Gır Gır süpürgeleri. 1960’lı ve 70’li yıllarda neredeyse girmediği ev kalmayan, her Türk ailesinin evinde kullandığı Gır Gır, kısa sürede el süpürgelerinin yerini almıştı. Sloganı da vurucuydu:”Gır Gır giren eve, dır dır girmez.” Ürünün yaratıcısı ise öğretmenlikten istifa ederek, küçük bir atölyede işe başlayan İzmirli Tacettin Hiçyılmaz’dı. Tayininin çıktığı Ankara’ya gitmemek için mesleğini bırakıp, baba evinin alt katını atölye haline getiren Hiçyılmaz, bir matkap alarak işe koyulmuştu.
Hiçyılmaz’ın arkadaşı tahtadan yapılmış bir model getirmişti. Şişe fırçası gibi fırçası olan basit bir aletti. Arkadaşı geliştirmeye çalışıyor ancak başarılı olamıyordu. Bu modelden yola çıkan Hiçyılmaz, Gır Gır’ın tasarımını gerçekleştirdi. İlk yaptıkları model çok gürültülüydü. Ancak deneye deneye son halini verdiler. İlk yapılan Gır Gır’ın günlük satışı 100 kadardı. Ancak değişen modelleri geliştirdikçe satış rakamı da patlıyordu. Artık günde 500 aile Gır Gır ‘la tanışıyordu.
Daha fazla örnek için Şafak Altun’un "İnovasyonla Başarıyı Yakalayan Türkler" adlı kitabını okuyabilirsiniz. Derleme haberimizi tüm okurlarımın ilgi ve bilgisine sunuyoruz.